31 Mayıs 2008 Cumartesi

Daha Fazla Geri Sayıma Geri Sayım

İşte mutluluk için geri sayım bitmiş. Hatta şimdi ayrılık için geri sayım başlamış. Ne kadar ilginciz değil mi? Mutlu bir olayı bekliyoruz heyecanla, bir ay, yirmi gün, onbeş gün, bir hafta, dört gün, bir gün diye sayıyoruz. Ve o an geliyor. Gerçekten mutlu oluyoruz. Ama ayrılığa en uzak zamanda yani daha ilk buluşmanın şaşkınlığı geçer geçmez, bu sefer ayrılık için geri sayıma başlıyoruz. Diyoruz ki “bir hafta sonra senden ayrılınca ne yapacağım ben?” Bu sefer ayrılık anı karartıyor “an”ımızı. Ayrıldığımızda ise acı gerçeği farkediyoruz “Tanrım madem bir arada olmanın tadını çıkartamayacaktım, ne bok yemeye o kadar geri saydım?”

Neyse ki ben böyle hissetmiyorum. Artık “büyük ölçüde” öğretti hayat. Yani çikolaya yiyorsan çikolata yiyorsun. Her seferinde ne kadar kaldığına bakarsan çikolata yemenin keyfi nerede, değil mi? Elimde boş ambalajla kala kala öğrendik en sonunda çikolatanın tadını.

Aslında düşündüğümde bu da sonradan gelişen bir lanet. Gayet küçük bir çocukken, hiç bir şeyin sonu gelmeyecek sanırdık. Memeden emdiğimiz süt hiç bitmeyecek gibi gelirdi. Ta ki beslenme durumunun tersini algılayıncaya kadar; aç kalmak. Tabii ki ağladığımız anda annemiz gelip bizi doyurmuştur ama yine de bu eksikliği hissetmişizdir. Bir gün birilerinin bizi beslemeyeceğini (Tabii şimdi annemizin hakkını yemeyelim. Her gittiğimizde yanına en leziz yemeklerinden yapar, zorla da besler bizi, sağolsun canım.), kendi kendimize beslenmemiz gerektiğini öğrenmek gayet sancılı olmuştur.

Başka bir durum da; annemiz bizi hiç bırakmayacak sandık. Çünkü en başta annemizin bile farkında değildik. Dünya bizdik. Daha sonra narsist algımız anneyi ayırdetti. Onu da sevdik bizi beslediği sürece. Ta ki o baba denen (genel bir şey baba, alınma sen sakın!) adam tüm dünyamızı yıkana kadar.Adam resmen annemizi çaldı bizden! (Aslında durum tam tersi, biz ondan çaldık annemizi) Ama olsun. Anladık ki her güzel şeyin bir sonu var.

Hatırlarsınız, ilkokulda ortaokul, ortaokulda lise,lisede üniversite diye yanar tutuşurduk, bir sonraki adım dünyanın sonu gibiydi. Ama hep bir önceki adımımızın hikayelerini anlattık değil mi? Üniversitede uyandık mevzuya, “bu işte bir bokluk var!?!”. Sonra sabah 8 akşam 6 çalışma hayatına girince öğrenmişizdir sanırım çoğumuz. Romantik bir insansak kendi sevdiğimiz işi yapmak için uğraştık, ama hayal gücümüz ve ruhumuz öldüyse aynen şöyle “farkına varış anları” yaşandı: “Ulan, emekliliğe ne kadar kaldı”?

Eğer sen keriz gibi sadece önüne bakmaya devam edersen, bugün nereye bastığını nasıl görürsün ey yolcu? Asıl olay zaten en sonunda mutlak hedefine, yani ölüme ulaşana kadar başımızdan geçenlerde değil mi? Ölüm çekici gelse de bazılarımıza o zaman gelene kadar yapacak pek çok işimiz, anlatacağımız anılarımız var.

Şu an çok mutluyum. Ama ayrılığa az kaldı. Bir sonraki geri sayım başlasın.

22 Mayıs 2008 Perşembe

Through The Looking Glass 2

Geçen yazımda istediklerimi anlatamamıştım. Birşeyler anlatmıştım ama bunlar istediklerim miydi bilmiyorum. Ve şimdi devam etmeye çalışayım. Tam da Mutluluk’a 30’dan az saat kalmışken böyle bir yazı yazmak istemezdim. Ama, işin doğrusu daha çok yazabilmeyi, anlatmayı isterdim.

Neyse konuya dönelim. Kitaplar ve filmler bizi nasıl da kandırıyor? Duygularımızla oynuyorlar, dünyayı çarpık gösteriyorlar. Bakınız Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ine. Okuyalı çok oldu, ama bilmeyenler için kısa bir özet: Çok yalnız bir adam, o kadar yalnız ki, yürüdüğü yollarda, her binaya bir isim koymuş. Yalnızlıktan bunaldığı için çıktığı gece yürüyüşlerinden birinde, sanıyorum, sokakta birileri tarafından rahatsız edilen bir genç hanımefendiye (ismi de Nastenka’ydı sanırım. Yanlışım varsa düzeltin lütfen), koluna girerek evine kadar eşlik ediyor. Daha sonra bizim yalnız adamımız ile genç kız günlerce süren hoş bir muhabbet yaşıyorlar. Derken genç kızımızı mutsuz eden sebep, “terkettiği sanılmış, kayıp sevgili” gelir ve asıl adamımız evlerle muhabbetine kaldığı yerden devam eder. Konu basit olarak böyle. Okuduğum en güzel romanlardan biriydi.

Şimdi sokakta böyle bir insan görseniz, durup kafanızı çevirir misiniz bile? Bilseniz dünyanın en yalnız adamı karşı binada oturuyor ve sizin apartmana bir isim takmış. Kapısını çalıp hikayesine “ortak olmak” ister misiniz? Pek sanmıyorum. Ama neredeyse (kitap okumayı seven)hepimiz, bu adamın hikayesini anlatan romanı okumak isteriz.

Dediğim gibi romantik hikayenin, gözlemci olarak eğer içinde olsaydık, hikaye hiç de bu kadar çekici gelmezdi. Bu hikayenin bu kadar romantik ve çarpıcı gelmesinin sebebi Dostoyevski’dir. Hikaye ister gerçek olsun, ister olmasın yine de estetik anlatıcıdadır.

Örneğin, sen modern dünyanın şanssız insanı!, karar versen, gitsen Hindistan’a, Çin’e, Japonya’ya, Sahra çölüne, kendini bulmak için. Biri senin hikayeni anlatmadıktan sonra, kimsenin umrunda olmazsın. Ne olur peki? Gezmiş olursun ve gerçekten başarıya yaklaştıysan bence kendini bulmaz, kendini “kabul etmiş” olursun. Ama insanların doğal olarak hiç de umrunda olmaz (pek tabii mükemmel bir reklam stratejisiyle ünlü yapılmazsan). Eğer bir gün bir “kitap” yazacak olursan, veya çoğumuz için, “kitabının filmi” çekilirse hep beraber paylaşırız hikayeni. Deriz ki “ah ne macera”, nasıl bir “iç yolculuk”, “çok şey öğrendim!”. Ama o zamana kadar yalnız başınasın.

11 Mayıs 2008 Pazar

Through the looking glass

Sanat ne için var? Boş yere sıkılmayın veya umutlanmayın. Bu konuda ne araştırma yaptım, ne de size akademik bilgi vereceğim. Toplum içinde yaşayan ve sanat dallarından bazılarına ilgisi olan bir insan olarak kendi fikirlerimi yansıtacağım. Ama benim herhangi bir konudan sapmaktaki inanılmaz potansiyelimden dolayı, sanatı tek bir yönüyle inceleyeceğim.

Sinemayı ve romanları ele alırsak, bu eserler normalde yaşayamayacağımız, yaşamak istemeyeceğimiz veya basitçe daha başımıza gelmemiş bir olayı bize belli bir uzaklıktan sunarlar. Çorak topraklarda geçen ve belli metafizik/felsefi kavramlarla hem bizi susatan, hem de beynimizi döndüren bir kitap olan Stephen King’in Kara Kule serisini, eğer ben sıcak ve rahat koltuğumda, önümde bir kahve eşliğinde okuyabiliyorsam, ben derim ki bu olayın o kadar dışındayım ki, ne Silahşor’un patlayan kurşunları beynimi patlatabilir, ne de Did-o-çek (Altın Kitaplar çevirisi) yaratıkları benim kolumu bacağımı “kapabilir”.

Ama aynı zamanda Roland The Gunslinger yani Silahşor’un içine düştüğü psikolojik buhranlarının rahatsızlığını hissediyorsam, romantikliğinde bir şeyler buluyorsam ve içimde bir şeyler uyandırıyorsa, ruhsal anlamda kitaba çok da uzak sayılmam. Bu anlamda kitapların, filmlerin bize hiçbir şey öğretmediğini veya bir zaman kaybı olduğunu iddia eden kişiyle ciddi sorunlar yaşarım. Belki takla atlatmayı öğretemezler ama yabancı bir kavramı bize tanıtabilir ve bir demosunu, yani tanıtımını, yapabilirler (Rüyalar da mı benzer şeyler yaşatıyorlar sanki..?).

Stephen King’in Yeşil Yol kitabını okumadım ama filmini izledim. Yine tanrıya şükür benim boynum da, saçlarım da (elektrikli sandalyede idam prosedürünü bilenler anlayacaktır) güvendeydi. Bunun yanında “Dead Man Walking”lerin (Yürüyen ölüler. İdam mahkumlarına taktıkları isim) psikolojisini az da olsa (tekrar ediyorum, tamamen sanal bir şekilde, olayın dışında kalarak) yaşayamaz mıyız? Onların da ne suç işlemiş olurlarsa olsunlar bir hayatları olduğunu, ne kadar berbat şartlar altında olursa olsun, yine de hayata tutunmak isteyeceklerini görebiliriz.

İşte bu bağlamda bakılacak olursa, roman ve filmler bizi fiziksel anlamda tamamen dışında bırakan, kişisel anlamda ise etkimiz dışında (toplumsal anlamda bizim yarattığımız), bir gözlemci (bu kavram da çok geniş. Olaya etkisi olmayan gözlemci olamayacağı söylenir. Bu yüzden toplumsal olarak bizim yarattığımız diyorum) olarak katıldığımız ilişkiler, maceralar, psikolojik yolculuklara çıkartıyor. Bu konu üzerine bu kadar tartıştıktan sonra her filmden, kitaptan alınacak bir şeyler olduğunu söyleyebiliriz. (Amacım gerçekten bu mesajı vermek değildi, ama idare edin artık)

Bu yazıyı aslında bambaşka bir amaçla yazmaya başlamıştım. Fakat tamamlayamadım şu anda. Bari ben bu yazıyı 2 kısma böleyim ve “coming soon” ya da “az sonra!” diye bitireyim.

Esen kalınız.