26 Aralık 2007 Çarşamba

The Wanderer - Gezgin

Dağlardaki bir gezginle başlıyor hikaye. Aslında başlamıyor, devam ediyor. Bize arkasını dönmüş, açıkça bizi yok sayıyor. Ama belki de iyi bir insan, eğer bizi görse selam vermeden geçmez. Doğanın güzelliğine vurulmuş. Bu yüzden bizim farkımızda bile değil. O yalnız birisi, fakat bu onun seçimi. Kendi isteğiyle yaptığı bir seçim değil. Karşı çıkabilirsiniz, o zaman bu seçim olmaz diye. Fakat bu bir seçim, adamın doğasında, bilinçaltında yatıyor. Dolayısıyla pek çok durum içerisinden yönlendiği ve seçtiği durum bu.

Peki halinden memnun mu acaba? Yüz ifadesi nasıl, merak ediyor insan. Başı pek dik değil. Kendini geliştirme kitapları okuduktan sonra, “kendime zaman ayırmalıyım, doğayla barışık olmalıyım” diyerekten kendini dağlara veren bir adam değil bu. Adı üzerinde bir gezgin, bir avare. Geziyor, sadece geziyor. Ve büyüleyici bir yer bulmuş en sonunda. Ama paylaşacak kimsesi yok. Bundan içten içe bir zevk de alıyor ama. Çünkü doğanın güzelliğini, belki de bir anlamda Tanrı'nın güzelliğini izliyor. Melankolik, belki umutsuz ama romantik bir insan. Evet tam anlamıyla romantik. Yanında gezginimizin manzarayı paylaşabileceği biri olsa, muhtemelen gezginin gördüğünü göremeyecekti. “Kartpostal gibi” diyebilecekti en fazla. Ama bu üstün güzelliği kartpostala benzetmek, aşkı yaşayıp da, “Ah, aynı gazetenin verdği aşk romanlarında anlatıldığı gibi” demek ile aynı şeydir. Kartpostal bir kopyadır ancak.


Ressam Caspar David Friedrich, öyle bir anı resmetmiş ki, resim 1818 yılında yapılmış olmasına rağmen unutulmayacak. Eğer bir gün Equilibrium filmindeki gibi duyguların yasak olduğu bir devlette yaşarsak, o zaman - Christian Bale'in canlandırdığı - bir rahip yakabilir belki resmi. Ama o zamana kadar ifade ettiği her şey ile orada durmaya devam edecek. C.D. Friedrich'in o zamanki duygusal durumuyla ve milyonlarca insana hissettirdiği sonsuz değişik duyguyla birlikte.

Pek çok şey unutuluyor, unutulduğu sanılıyor. Ama aynı bir koku duyduğunuzda çocukluğunuza ve babaannenizin evine döndüğünüz gibi, bir işaret sizi gafil avlayabiliyor. Bir şey buluyorsunuz ve o anın duygu düzlemine geri dönüyorsunuz. Örneğin bir şarkıda, bir oyuncak ayıda, küçük bir ağaç kabuğunda, bir kırmızı şarap şişesinde, peçeteler üzerine yazılmış bir aşk mektubunda, bir yıllık yazısında...

Mazi sırtımızda bir yük olarak nereye gidersek gidelim peşimizden geliyor, ama elimizde başka ne var?


Not : Yazıdaki resim Caspar David Friedrich'in, The Wanderer Above the Sea of Fog (Sis Denizi Üzerindeki Gezgin) tablosudur.


2 Kasım 2007 Cuma

Yine düştük yollara - Yol Hikayesi

Bazılarınız, Im Juli'yi veya Eurotrip'i veya herhangi "aşkına kavuşmak için çıktıkları yolda başlarından ilginç maceralar geçen bir aşık"ı konu alan bir yol hikayesi izlemişsinizdir. Im Juli'de baş karakterimiz olan başlarda anti karizmatik Daniel Bannier, kime niyet kime kısmet bir şekilde Juli'ye ne demişti:

"Sevgilim, binlerce kilometre yol gittim, nehirleri geçtim ve dağları aştım, ıstıraplar çektim ve onlara göğüs gerdim, baştan çıkarılmaya karşı direndim, ve güneşi takip ettim, böylece karşına dikilebilip sana seni sevdiğimi söyleyebiliyorum."

Çok romantik, ciddi anlamda. Keşke ben de sonsuz maceralardan sonra aşkımın karşısına dikilip bu lafları edebilsem. Şimdilik bunu geçelim ve Eurotrip'e bakalım. Scotty ne diyor önceleri erkek sandığı, sonra zibidi ve meşe odunu ile dövmelik kardeşi tarafından aslında bir kadın olduğunu öğrendiği Alman güzeli Mieke'ye kavuştuğunda :

"Dinle, tüm Avrupa'yı gezdim. Çıplak adamlar tarafından takip edildim. İçinde hiç ama hiç uyuşturucu olmayan brownieler yedim. Bir abi ile kızkardeşin sevişmesini izledim. Bir robotun taşaklarını tekmeledim, bunların hepsini yaptım çünkü .... böylece sana tek bir şeyi söyleyebilecektim. Seni seviyorum, Mieke!"

Şimdi bu iki alıntıyı neden yaptım? Filmlerde bizi kandırıyorlar, bunu göstermek için yaptım. Siz kaç sevgilinize ilan-ı aşk etmek için bunları yaptınız? Kaç kere böyle bir aşk yaşadınız? Eğer geçmişinizde, bir kız kaçırdıysanız ve kızın iri kıyım abisinden eşşek üzerinde kaçtıysanız bunu anlarım, hakkınızı veririm. Ama sanmıyorum. Tabi eminim sevdiğiniz kızın gönlünü kazanmak için pek çoğunuz peşinizden koşmuşsunuzdur. Emek harcamışsınızdır. Ama ne yazık ki bunun konumuzla ilgisi yok.
Benim de belki vardır böyle hikayelerim. Özellikle, eğer o sıralar Beylikdüzünde oturuyor isem Beylikdüzü-Taksim nam-ı diğer 145t otobüsüne bindiğimde bir Scotty, ne bileyim Prison Break'teki latin aşkı Maricruz'un peşinden koşturan Sucre (2. sezondayım, en son vosvos çaldı, sakın spoiler vermeyin) kadar şey yaşamış oluyorum neredeyse. Ama düşünün bi, aşkınız - atıyorum - Ankara'da. Ve siz - yine atıyorum - İstanbul'dan sevdiğiniz kadına/erkeğe açılmak için yola çıkıyorsunuz. Ve işte karşınızda! Ne diyeceksiniz ona?

"Dinle bebeğim, senin için dinci bi amcanın arabasına otostop çektim. Herkesi tersleyen ikinci sınıf otobüs şirketinin muavinleri ile kapıştım, mola yerinde lpg tüpünün yanında sigara içtiğim için bi pompacıdan dayak yedim. O da yetmedi otobüsü kaçırdım. Kamyoncunun birine otostop çektim. Yine aynı kamyoncuyla, pilav üstü kuru yedim; benle çok uygunsuz anılarını paylaştı, benden de bekledi aynı şeyi ama yüz vermedim. Ve bunları bir şey için yaptım, seni sevdiğimi söylemek için!"

Amma romantik oldu di mi? Ben demiştim filmler insanı kandırıyor diye. Neyse blogumun bu en değişik, insana hiç bir bok katmayan yazısının sonuna geldim. Umarım bir daha yazmam böyle birşey. Evet pek günümde değilim. Sıçarım romantikliğe. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

7 Ekim 2007 Pazar

Ground Control to Major Tom

Cennet, hiçliğin tam karşısına dikilmiş duruyor. Sonsuzluk ve hiçlik. Birinde insanlar ruh bedenlerinden ayrılıp, şarap dolu altın kadehler yudumlayıp, huzur dolu bir sesle akan çağlayanın yakınında, bir ağacın altında aşk yaşayacaklarını düşünüyorlar. Ötekinde ise bedenin verdiği tüm eserlerle birlikte ve insanın hafıza denen nöronlardan oluşan yapısıyla birlikte çürüyeceğini, unutulacağını iddia ediyorlar.

İlkine inanmak huzur verirken, ikincisinin gerçek olma ihtimalinin yüksekliği korkutuyor. İlkine inansam da, ikincinin gerçek olduğunu biliyorum. Tek tutunma yerim, gerçeklerin bu dünyaya ait olması. Yani bu dünyada çürüyebiliriz, unutulabiliriz. Zaten yaşarken bu kadar unutulmaya alışmışken, ölümüzdeki unutulma bizi niye korkutsun. Mucizelere inanmadığım şu dünyada ölüme inanıyorum, belki de tek mucize olan ölüme. İşte ölümü de çok salak nedenlere dayanarak bir mucize ilan ettim. Belki de gerçeğin kapsama alanından çıktığımızda, bizi kucaklayacak bir hakikat vardır. Lucretius’un dediği gibi

"ben varken ölüm yok ,
ölüm varken ben yokum ,
o halde korkacak ne var?"

Evet o halde korkacak ne var?


Bu kadar felsefi zırvayı (dikkat! Zırva olan felsefe değil, benim anlattıklarım.) yapmamın sebebi David Bowie’nin Space Oddity’si. Sözlerinden bir bölüm paylaşayım da siz de hayava girin benle birlikte:


Kara Üssünden Binbaşı Tom’a

Gerisayıma başlıyoruz, motorlar açık

Ateşleme sistemini kontrol et, Tanrı’nın sevgisi üzerinde olsun

On, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir, ateş!

…..

…..

Binbaşı Tom’dan Kara Üssüne

Dışarı adımımı atıyorum

ve olağandışı şekilde havada yüzüyorum

ve yıldızlar bugün buradan çok değişik görünüyor

Bir konservede mi oturuyorum

Dünyanın çok üzerinde

Dünya gezegeni mavi (not : aynı zamanda bu renk kederi temsil ediyor)

Ve yapabileceğim hiç bir şey yok

.....

.....

Kara Üssünden Binbaşı Tom’a

Sinyalin ölmeye başladı, bir şeyler yanlış

Beni duyabiliyor musun, Binbaşı Tom

Beni duyabiliyor musun, Binbaşı Tom

Beni duyabiliyor musun, Binbaşı Tom

Beni......


Bu şarkının altında başka anlamlar yatsa da, bana Armageddon’u ve Danny Boyle’un ilginç filmi Sunshine’ı hatırlattı. Orada kendini feda eden baba Bruce Willis, ve “güneşi kurtarmaya“ giden iki uzay gemisinin toplam 16 kişilik ekibine ne oldu? Başka şartlar altında olsa cennete gitmiş olabilirler. Ama uzay gibi bir sonsuzluğun içerisindeyken, aklıma en çok gelen kavram hiçlik. Sonsuz evrende, bir atom kadar bile değeri olmayan insanlar (tabii ki atomların patlayarak dünyanın kaderini değiştirebildiğini biliyorum ve kendi kendimi konudan saptırıyorum, döneyim) ne olabilir ki? Dünyada bir numaralı müdahaleci, çoğu denklemin en önemli faktörü iken, evrende denkleme dahil edilmemize bile gerek yok. 1 sonsuzluğun içerisinde ne fark yaratabilir, ya da 5 milyar?


Binbaşı Tom artık yokoldu, sonsuza kadar. SONSUZA kadar HİÇ oldu.

26 Ağustos 2007 Pazar

Aydınlık ile Mutluluğun Tehlikesi

1Not : Peşinen belirtmek isterim ki, bu Yüzüklerin Efendisi - Yüzük Kardeşliği 2. Kitabın Metis Yayınları'nın çevirisinden bir alıntıdır. Bu alıntı, Yüzük Kardeşliği'nin Lòrien diyarından ayrılması bölümündedir.

......

Yolcular artık yüzlerini önlerindeki yolculuğa çevirmişlerdi; güneş önlerindeydi, gözleri kamaşıyordu çünkü hepsinin gözleri yaşlarla doluydu. Gimli açık açık ağlamaktaydı.

"En zarif olana son kez baktım" dedi, yol arkadaşı Legolas'a. "Bundan böyle, onun armağanından gayri hiç bir şeye zarif demeyeceğim." Elini göğsünün üzerine koydu.
"Söyle Legolas neden ben bu Macera'ya atıldım? Asıl tehlikenin nerede olduğundan bihabermişim! Elrond yolda ne ile karşılaşacağınızı önceden bilemezsiniz dediğinde ne kadar haklıymış. Benim için tehlike dediğin karanlıkta çekilen eziyetti, bu da beni yolumdan alıkoymuyordu. Fakat aydınlık ile mutluluğun tehlikesini bilseydim gelmezdim. Şimdi bu ayrılıkta en büyük yaramı aldım ben, hemen bu gece dosdoğru Karanlıklar Efendisi'ne gitsem bile bir şey farketmez artık. Vah sana Glòin oğlu Gimli!"

"Hayır!" dedi Legolas. "Vah hepimize! Vah dünyaya bu sonraki günlerde ayak basmış olan herkese. Çünkü böyle işte bu: kayığı nehir üzerinde akıp gidenler bulup da kaybetmiş gibi oluyor. Fakat bence sen talihlisin Glòin oğlu Gimli: Çünkü sen kendi özgür iradenle yaptığın seçim yüzünden kaybının acısını çekiyorsun; başka bir seçim de yapabilirdin. Lakin grup arkadaşlarını yüzüstü bırakmadın; en azından, Lothlòrienin hatırası gönlünde sonsuza kadar lekelenmeden ve berrak kalacak; bu hatıra ne solacak ne de kuruyacak.

"Belki," dedi Gimli; "sözlerin için de teşekkür ederim sana. Doğru sözler bunlar kuşkusuz; yine de bu tür teselliler hep soğuk kalıyor. Gönlün arzuladığı şey hatıralarda değil. İsterse Kheled-zâram kadar berrak olsun, hatıra gene de bir aynadır ancak. Ya da böyle diyor Cüce Gimli'nin gönlü. Elfler bunu başka türlü görebilirler. Hatıraların onlar için bir rüyadan çok, uyanıklık gibi olduğunu işitmiştim. Cüceler için öyle değildir."

.....

Bu lafların üzerine ahkam kesmek bana pek doğru gelmiyor. Ama bir şeyler söylemeden de duramıyorum.
Aydınlık ile mutluluğun tehlikesi!
Ne olursa olsun nehir akmaya devam ettikçe, gerekiyorsa kendi yapacağımız seçimlerle en zarif olanı bile geride bırakalım. Çünkü bize ihtiyacı olan insanlar var; ve hayatın bizim için neler tasarladığını Tek Olan'dan başkası bilemez.

Cücelerin en zarifine ve Elflerin en dost canlısına.

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Ay'daki Adamı Namaza çağırmak...

O kadar çok duygu var ki, boşluğa dağılan. Neil Armstrong uzayda ezan sesi duymuş ya, daha sonra Müslüman olmuş mudur bilemeyeceğim ama gelmek istediğim nokta, sesler uzay boşluğunda kaybolmuyorlarmış. Eğer sonsuza dek “orada” kaldığını düşünürsek ürkütücü bir senaryo çıkıyor ortaya. Hatta bununla ilgili bir film bile yapabilirlermiş…

İşte ya bu duygular da hiçbir zaman kaybolmuyorsa evrenden? Hadi, somut bir şeye hissedilenleri geçelim, bilmediğimiz şeylere, özlemini duyduğumuz, arzuladığımız şeylere duyduğumuz duygular o kadar fazla ki. Örneğin yoğun bir sevgi, bir özlem var, hiç tanımadığımız ama tam da evlenmeye karar verdiğimiz zaman tanışmayı umduğumuz – aslında kendimizi kandırmanın en tatlı-ekşi ürünlerinden olan - ruh eşimize karşı duyduğumuz… Sevginin, arzunun boşluğa bir hiçliğe dağılması.. Bence büyük bir kayıp. Eğer bunlar uzayda bir yerlerde birikiyorlarsa, ezanı duyan(!) Armstrong gibi, oradan geçecek ilk insanı inanılmaz bir macera bekliyor. Belki de Koku romanında olduğu gibi o “talihsiz” astronot dünyaya geldiğinde çevredeki insanlar onu aşklarından parçalayacaklar.

Kısaca anlatmak istediğim, insanın tarif edilemez derecedeki sevgiyi, özlemi, nefreti ve öfkeyi sanal da olsa bir yere doğrultamaması pek sakatlayıcı bir deneyim. Çünkü bol keseden boşluğa bu duyguları dağıtan kişi, bunları sağlıklı bir şekilde somut bir varlığa doğrultmakta zorluk çekecektir; ya hiç kimsenin bunları haketmediğini düşünerek, kalın kabuğun altında atlatacaktır baharı, ya da önüne çıkan ve nesneye benzeyen herhangi bir şeyin imgesini bombardmana tutacaktır.

31 Temmuz 2007 Salı

Kaos Kapısı

1Eski dar bir kapı var. Buradan geldik başında ve nihayetinde buradan çıkıp gideceğiz.

Önceleri eşikte ayak sürüdük, sonra fazlaca istekli bir şekilde adımımızı attık içeri. Fakat o zamanlar tüm bağımız kopmamıştı; kapı arkamızdan kilitenmemişti. Arada sırada kapının bağladığı mekanlar arasında yolculuklara çıkıyorduk.

Fakat zaman ilerledikçe çoğumuz ahmakça bir gururla, kendi ellerimiz ile kilitledik kapıyı. Anahtarı da güvenli bir yere sakladık. Sanıyorduk ki istediğimiz zaman - çok gerekirse - kapıyı açıp, çeşitli seyahatler yapıp geri dönebilirdik. Fakat öyle olmadı. İnsanların çoğu o güvenli yeri tekrar bulamadı ve o kapı da unutulup gitti.

Kilitli kalanlar, artık o kapıdan 2 şekilde geçebilir sadece.
İlki uyurgezer olarak, istem dışı. Fakat hem gezerken uyurlar, hem de kördürler; o görkemi görmezden gelir, küçümserler.
İkinci ise son gün geldiğinde. O kapı kendiliğinden açılıp da - siyah veya beyaz bilemeyeceğim, belki de gri - sahibi görülmeyen bir el tutup onları zorla dışarı sürüklemeye başladığında ve nihayetinde geldikleri kaosa, ya da huzura doğru geri emdiğinde.

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Laurelin'e Ağıt

Ne oldu sana? Sen meyvaların soluk olduğunda dahi dallarının altına sığındığım ve uğruna türlü şarkılar yazdığım ağaçla aynı şey değilsin artık! Şimdi o cansız gövdende Ungoliant'ın ve Melkor'un pis zehirlerinin etkileri kendilerini belli etmekte; benim sevgili ağacımın gövdesinde, köklerinde ve dallarında ve kuruyup ölü ateş böceklerini andıran, şimdi ayaklarımın dibinde uzanan bir zamanlar altın olan meyvelerinde.

Ne yapabilirim ki artık senin için, seni hayata geri döndürmek için? Merhametin Tanrısı Nienna gibi diz çöküp ağlamaktayıp şimdi cansız olan gövdene yaslanıp, ve gözyaşlarımla kurumuş köklerini sulamaktayım. Sen herşeyimdin ve Mandos'un huzurlu ama ölü salonları ile aramdaki benim biricik kalemdin. sen benim aşkımdın...

Şimdi senin canlanan son tomurcuğundan, güneşi yarattılar. Ama bu güneş benim Laurelin'im değil. senin her biri ayrı bir güneş olan meyvelerinin tümüydü benim Laurelin'im. En ufak bir yaşam belirtisi gösterseydin bana, en ufak bir karşılık verseydin şarkılarıma o zaman hep senin yanında kalırdım. Tek bir meyve bile verseydin, hayatımla korurdum o meyveyi ve aşkımla beslerdim. Ama sanırım artık çok geç. Sen Anar, gökyüzünde parlarken ben uyuyacağım ve ne zaman ki yerini Isil'in loş gümüşi ışıklarına bıraktığında ben yolculuk yapacağım.

Hoşça kal ağaçların genç olanı, Aman'ın altın ağacı Laurelin!



Not : Eski bir yazı, tarihini bile hatırlamıyorum.


Ben, Kendim ve Losgar; hoşgelmişler efendim

1Öncelikle kendime, bu tertemiz dijital sayfayı bana ayırdığı için teşekkür ederim. Beni kendimden daha mutlu edebilen az insan tanıdım. "Kendim"i seviyorum, "ben"den şüpheliyim.

Ne diyebilirim başlangıç olarak? En zoru da bu. Hemen eski bir yazımı yapıştırayım bundan sonra. En güvendiğim yazımı. Birşeyler yapmış, kendimi ifade etmiş hissedeyim.

Neyse efendim, kendimin "ben"e selam çakmalarıyla dolu bir yazıyı da geride bıraktık.

- Hoşgeldin ben.
- Hoşgeldim.