O kadar çok duygu var ki, boşluğa dağılan. Neil Armstrong uzayda ezan sesi duymuş ya, daha sonra Müslüman olmuş mudur bilemeyeceğim ama gelmek istediğim nokta, sesler uzay boşluğunda kaybolmuyorlarmış. Eğer sonsuza dek “orada” kaldığını düşünürsek ürkütücü bir senaryo çıkıyor ortaya. Hatta bununla ilgili bir film bile yapabilirlermiş…
İşte ya bu duygular da hiçbir zaman kaybolmuyorsa evrenden? Hadi, somut bir şeye hissedilenleri geçelim, bilmediğimiz şeylere, özlemini duyduğumuz, arzuladığımız şeylere duyduğumuz duygular o kadar fazla ki. Örneğin yoğun bir sevgi, bir özlem var, hiç tanımadığımız ama tam da evlenmeye karar verdiğimiz zaman tanışmayı umduğumuz – aslında kendimizi kandırmanın en tatlı-ekşi ürünlerinden olan - ruh eşimize karşı duyduğumuz… Sevginin, arzunun boşluğa bir hiçliğe dağılması.. Bence büyük bir kayıp. Eğer bunlar uzayda bir yerlerde birikiyorlarsa, ezanı duyan(!) Armstrong gibi, oradan geçecek ilk insanı inanılmaz bir macera bekliyor. Belki de Koku romanında olduğu gibi o “talihsiz” astronot dünyaya geldiğinde çevredeki insanlar onu aşklarından parçalayacaklar.
Kısaca anlatmak istediğim, insanın tarif edilemez derecedeki sevgiyi, özlemi, nefreti ve öfkeyi sanal da olsa bir yere doğrultamaması pek sakatlayıcı bir deneyim. Çünkü bol keseden boşluğa bu duyguları dağıtan kişi, bunları sağlıklı bir şekilde somut bir varlığa doğrultmakta zorluk çekecektir; ya hiç kimsenin bunları haketmediğini düşünerek, kalın kabuğun altında atlatacaktır baharı, ya da önüne çıkan ve nesneye benzeyen herhangi bir şeyin imgesini bombardmana tutacaktır.
1 yorum:
son iki yazında anlatıcı gerçekten sen misin yoksa hayalgücüyle yarattığın bi anlatıcı mı bilmiyorum.sen olduğunu varsayarak soruyorum: neden hiç gri yok?ikisinde de siyah-beyaz,iki sonuç var,'ya bu olur yada bu'..kontrolsüz ihtimallere neden yer yok?
Yorum Gönder