17 Mayıs 2009 Pazar

Yok

is this the real life?
is this just fantasy?
caught in a landslide,
no escape from reality
open your eyes, look up to the skies and see,
i'm just a poor boy, i need no sympathy,
because i'm easy come, easy go, little high, little low,
any way the wind blows doesn't really matter to me, to me

Bu gerçek hayat mı?
Yoksa hayal mi?
Bir göçüğe düştüm
(ve) Gerçeklikten kaçış yok
Gözlerini aç, gökyüzüne bak ve gör
Ben sadece zavallı bir çocuğum, sempatiye ihtiyacım yok
Çünkü haydan gelirim, huya giderim, biraz uçuk kaçığım*
Rüzgar nerden eserse essin, umrumda değil

*Buradan emin değilim
Queens, Bohemian Rhapsody



İki şey insanı harekete geçirebilir. Kavrayış ve zorlayış.

Kavrayış, sanki tanrıdan gelen bir mesaj gibidir. İnsan zamana bakar ve görür. Polisiye bir romanın sonunda katilin kim olduğunu öğrenen – ve bu bilginin çok mantıklı geldiği- okurunun, veya Lost’ta açıklanan bir sırrın ardından “tabii ya” diyen bir izleyicinin aydınlanması gibidir. Bir anda işerken, otobüsteyken, yürürken veya birşeyler izlerken aydınlanabilir insan. Bir kavrayış doldurabilir içini. Tabii böyle şeyleri kurguda görürüz genelde. Biz işerken değil, kurgunun kahramanı işerken farkeder ve düşündüğü şey doğrudur işte. Hayatını değiştirir.

Gerçek hayatta olan şey ise genelde estetik gibi görünse de aslında büyük bi yanılsamadan ibarettir. Gerçek hayatta dışarıdan gelen “bet” bi parametre olmadan, denklemin iki tarafı eşit olamaz. Bu bet parametreye rağmen bazı şeylerin değişmesi çok zordur. Bu yüzden değişebilene saygı duymak gerek. Ama gerçek hayatta büyük ihtimalle denklemin sonucunda 2=1 çıkacaktır. İşte zorlayış dediğim şey de bu. Sen ne kadar aksini düşünsen de, hayatta, kendi hikayene bir gözlemci gibi bakıp, evrenin –kendi küçük evreninin- sırrına ortak olabileceğin anlar pek gelmez. Bu bilgiye ortak olsan bile, uygulayamazsın. Eğer uygulayabilirsen de, aslında bulduğun cevabın gerçek olmadığını görürsün, ve acaba gerçekten bir cevap var mı diye düşünürsün.
Kimse bu iki paragraftan bir şey anladı mı bilmiyorum. Sadece yazdım.

Not : Bu arada Stranger Than Fiction filmini önereyim.

9 Kasım 2008 Pazar

Ağaç ve Bulutlar

Çok Sevgili Bayan Schlotterstein,

Umut etmek, her zaman iyidir. Umut ettiğinde yaşayacağın bir an düş kırıklığıyken, umutsuzsan… evet, insanın neler yaşayacağını zaten biliyorsun.

Ağaçlar ve insanların farkı nedir peki? Ağaçtan neler bekleyeceğin çok açıktır. Seni yağmurdan koruyabilir. Ama yağmurun korunulması gereken bir şey olduğunu da kim çıkarmış? Ayrıca yağmurdan korunmak istiyorsan pek çok yol var. Hanımların kullandığı zarif bir şemsiye mesela. Ama söyle bana, şemsiyeler ağaçların yerini tutabilir mi? Ağacı, seni yağmudan korduğu için değil, ağaç olduğu için sevmelisin.

Ayrıca sonbahar ağaçların yaprak dökme mevsimi değil midir? Belki itiraz edebilirsin, her ağaç yaprak dökmez diye. Ama lütfen, sonbaharda yaprak dökmeyen bir ağaç, sıkıcıdır. Ağaç dediğin ilkbaharda çiçek açmalı, sonbaharda yaprak dökmelidir. Evet ağaç seni yağmurdan korur, ama sonbaharda eksik yaprak aralarından kafana birkaç damla yağmur düştüğünde, hemen ağacı suçlamak bencilce değil midir?

Ya bulutlar? Onları tepelerimize yağmur bıraktığı için suçlayabilir miyiz? Bulutlar beyazdır, fakat zaman gelir kararıp, yağmur olup üzerimize düşerler. Islak olmak, minnettar olmama sebebi midir ki?

Belki de şapkalarımızı dizlerimizin üzerine koyup, düşünme zamanı gelmiştir…

Sevgilerle,
Kırık ve yalnız bir düş parçası.

Not : Büyümek sıkıcı olmak, hayallerinin üzerine kapıyı çarpıp çıkmak değildir. Büyümek, anlamaktır.

“keşke yanımda olsaydın
kolay olurdu o zaman
ben sussam sen anlatsaydın
yorulunca uyusaydın”

Yüksek Sadakat, Ben Seni Arayamam

13 Haziran 2008 Cuma

Başlıksız, hikayemsi

“Up with the sun, gone with the wind,
she always said I was lazy
Leavin' my home, leavin' my friends,
Runnin' when things get too crazy.
Out on the road, out 'neath the stars,
Feelin' the breeze, passin' the cars."

“Güneşin doğuşuyla kalk, rüzgarla yol al
(o kız)her zaman tembel olduğumu söylerdi
evimi terkediyorum, arkadaşlarımı bırakıyorum
işler karışınca koşmaya başlıyorum
Yolda, dışarıda yıldızların altında
rüzgarı hissediyorum, arabalar geçerken.”

Bob Seger, Travelin' Man


Ne kadar özgür olduğumuzu düşünüyoruz merak ediyorum. Bana sorarsanız, özgür olma oranımız akvaryumdaki balıkla eşittir. Sadece, akvaryum daha sıkıcıdır, ama stresten kalp krizi geçirtmez.

Buraya çıkıp da ergen muhabbeti yapmayacağım şüphesiz. Sadece üstteki dizeler size bir şey ifade ediyor mu merak ettim. Yapmak istemez miydiniz, hayatınızın bir döneminde? Herşeyi terkedip yollara düşmek. İstediğiniz zaman istediğin yerde olmak? Tam da filmlerdeki gibi değil mi?

Aileden eski nesilden birisi, terkedip gidermiş evi. Sonra aylarca haber alamazlarmış ondan. Meğer bir gemiye atmış kendini, gitmiş Brezilya’ya. Sonra geri dönermiş eve. Bir süre daha evde takılıp yine kaybolurmuş. Kaybolmalarının birinde nerede olduğunu, babam sonradan öğrenir. Zamanında göz altıların yoğun olduğu bir dönemde, babamı alırlar gözaltına. Ortam gergindir. Başına bir şey geleceği kesindir. Zira o zamanlar insanların birbirlerine “kıl olmaları” için, birisinin gözünün üzerinde kaşı olması yetiyormuş(hoş şimdi yetmiyor mu?). Gergin gergin oturur. Zaman geçirmek için muhabbete başlar. Neden sonra konu demin anlattığım akrabamızdan açılır. Bunu duyan oranın "ağır abi"si, onu çok iyi tanıdığını söyler. Çok severmiş kendisini. Ağır abimizin sayesinde babam oradan sağ salim çıkar. Meğer bizim gezgin akraba kaybolma zamanlarının birinde nezaretteymiş. Ne yaptığını bilmiyorum.

Fakat yine kaybolma zamanlarının birinde, aylar sonra öldüğünü öğrenirler. Büyük anneye söyleyemezler, kadın sanar ki çocuğu hala hayatta. Ve hiç bir zaman da öğrenemeden oğlunun öldüğünü, o göçer dünyadan. En azından içi rahattır.

İlk başta fantastik gelen hikaye, sonunda acı bir hal aldı. Özgür olmak kendini özgür hissetmek iyi olsa gerek. Ama sanırım insan sevdiklerinin yanında ölmek ister. İnsan bağlılığa ihtiyaç duyar. Kendini birisine bağlamak, birisini kendine bağlamak ister... Başka birisi için, kendi özgürlüğününden feragat etmek. İşte bence sevgi budur.

Not : Dehşetle farkediyorum ki yine konudan sapmışım. Ben ne anlatacaktım?

9 Haziran 2008 Pazartesi

Welcome To The Jungle

Jungle = (ing) balta girmemiş orman. cengel. karışıklık. (Sesli Sozluk)

Guns’n Roses’dan geliyor...Welcome to the Jungle. Ama önce söyleyeceklerim var.

Tam da kendimizi bulduğumuz yerdir “Jungle”. Yanlış anlaşılmasın, psikolojik anlamda, olumlu bir “kendini bulmak” değil. “Gerçek anlamda” kendini hırsla, öfkeyle, tahammülsüzlükle, nefretle, rekabetle, kabalıkla dolu bir ortamda bulmak. Köyden kente gelen yağız delikanlılardan bahsetmiyorum. Gün gelip de ailesini terk etmek zorunda kalan bir vahşi(-leştirilecek) hayvandan bahsediyorum.

Eğer bir gün durup düşünürseniz nerede olduğunuzu, dehşete düşeceksiniz - o durum içerisinde olmayabilirsiniz, ama (büyük olasılıkla) bir gün o an gelecektir. Durun ve arkanıza bir göz atın. Eğer durduğunuz anda etlerinizi parçalayacak çekirge sürüsünü göremiyorsanız, daha zamanınız var demektir. Fakat emin olun yaklaşıyorlar. Ve onlar size yetiştiği anda ne hayalleriniz, ne idealleriniz kalır. Bu yüzdendir sanırım, insanlar ağırlık yapmasın diye yolda bir yerde omuzlarının üzerinden fırlatıyorlar hayallerini.

Bir mola... Usta Tolkien demiş ki; “Varlığını sezecek kadar yaşlanıp bezdiğimden bu yana, alegorinin her türlü tezahüründen bütün kalbimle nefret ederim”. Ben de sevmiyorum ucuz alegoriyi. Ama "usta yazar" olmayan bizlerin de kendini anlatabilme hakkı vardır değil mi? Ben de rahatsızım alegorinin yeteneksiz ellerde ucuz klişelere dönüşmesinden. Bu yüzden alegoriyi bir kenara bırakayım ve asıl anlatmak istediğim şeyi doğrudan anlatayım.

Burada ne anlattığım çok açık. PARA KAZANMAK ZORUNDAYIZ! Kendimiz için, içinden koptuğumuz ailemiz için ve ileride kökünü oluşturacağımız/oluşturduğumuz ailemiz için. Bunun için de çalışmak zorundayız. Bize parayı veren insanlar bizi ne kadar zorlarsa, o kadar çalışmak zorundayız. Ya da kendi kendimizin patronuysak, öteki devlere kendimizi yedirmemek için. Ama aslında onlar da değil, şartları yine bir şekilde bu cengel belirliyor. Bir gün durduğumuzda, tüm değer verdiğimiz şeyler tehlikeye girebilir. Evimiz, arabamız, midemiz, rahatımız, sağlığımız, ailemiz vs.

Bunları neden anlattım peki? Çünkü hayaller önemlidir. Böyle bir ortamda, hafiflemek için hayallerini atarsan; daha sonra gerçekten durma zamanın geldiğinde sarılacak bir şeylerin olmadığını göreceksin. Her zaman da bir suçlu bulunur ama değil mi? “Çok erken evlendim”, “karım çok para yedi”, “oğlum için hayatımdan vazgeçtim”, “saçımı süpürge ettim”, “değerim bilinmedi”, “anlaşılamadım” vesaire. Ben de dönüşebileceğim şeyden korktum bir an. Eğer ileride hiç istemedeğim bir şeye dönüşürsem, bahane olarak bu yazıyı göstereceğim.

Nerede kalmıştık? Hah. Guns’n Roses’dan geliyor...Welcome to the Jungle

“welcome to the jungle
it gets worse here everyday
ya learn ta live like an animal
in the jungle where we play
if you got a hunger for what you see
you'll take it eventually
you can have anything you want
but you better not take it from me “

“Cengele hoş geldin
burası her gün daha da kötüye gidiyor
bir hayvan gibi yaşamayı öğrenmelisin
ormanda, oynadığımız yerde
eğer gördüklerini arzuluyorsan
istediklerini sonunda alacaksın
istediğin her şeye sahip olabilirsin
fakat onları benden almasan iyi olur”

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Daha Fazla Geri Sayıma Geri Sayım

İşte mutluluk için geri sayım bitmiş. Hatta şimdi ayrılık için geri sayım başlamış. Ne kadar ilginciz değil mi? Mutlu bir olayı bekliyoruz heyecanla, bir ay, yirmi gün, onbeş gün, bir hafta, dört gün, bir gün diye sayıyoruz. Ve o an geliyor. Gerçekten mutlu oluyoruz. Ama ayrılığa en uzak zamanda yani daha ilk buluşmanın şaşkınlığı geçer geçmez, bu sefer ayrılık için geri sayıma başlıyoruz. Diyoruz ki “bir hafta sonra senden ayrılınca ne yapacağım ben?” Bu sefer ayrılık anı karartıyor “an”ımızı. Ayrıldığımızda ise acı gerçeği farkediyoruz “Tanrım madem bir arada olmanın tadını çıkartamayacaktım, ne bok yemeye o kadar geri saydım?”

Neyse ki ben böyle hissetmiyorum. Artık “büyük ölçüde” öğretti hayat. Yani çikolaya yiyorsan çikolata yiyorsun. Her seferinde ne kadar kaldığına bakarsan çikolata yemenin keyfi nerede, değil mi? Elimde boş ambalajla kala kala öğrendik en sonunda çikolatanın tadını.

Aslında düşündüğümde bu da sonradan gelişen bir lanet. Gayet küçük bir çocukken, hiç bir şeyin sonu gelmeyecek sanırdık. Memeden emdiğimiz süt hiç bitmeyecek gibi gelirdi. Ta ki beslenme durumunun tersini algılayıncaya kadar; aç kalmak. Tabii ki ağladığımız anda annemiz gelip bizi doyurmuştur ama yine de bu eksikliği hissetmişizdir. Bir gün birilerinin bizi beslemeyeceğini (Tabii şimdi annemizin hakkını yemeyelim. Her gittiğimizde yanına en leziz yemeklerinden yapar, zorla da besler bizi, sağolsun canım.), kendi kendimize beslenmemiz gerektiğini öğrenmek gayet sancılı olmuştur.

Başka bir durum da; annemiz bizi hiç bırakmayacak sandık. Çünkü en başta annemizin bile farkında değildik. Dünya bizdik. Daha sonra narsist algımız anneyi ayırdetti. Onu da sevdik bizi beslediği sürece. Ta ki o baba denen (genel bir şey baba, alınma sen sakın!) adam tüm dünyamızı yıkana kadar.Adam resmen annemizi çaldı bizden! (Aslında durum tam tersi, biz ondan çaldık annemizi) Ama olsun. Anladık ki her güzel şeyin bir sonu var.

Hatırlarsınız, ilkokulda ortaokul, ortaokulda lise,lisede üniversite diye yanar tutuşurduk, bir sonraki adım dünyanın sonu gibiydi. Ama hep bir önceki adımımızın hikayelerini anlattık değil mi? Üniversitede uyandık mevzuya, “bu işte bir bokluk var!?!”. Sonra sabah 8 akşam 6 çalışma hayatına girince öğrenmişizdir sanırım çoğumuz. Romantik bir insansak kendi sevdiğimiz işi yapmak için uğraştık, ama hayal gücümüz ve ruhumuz öldüyse aynen şöyle “farkına varış anları” yaşandı: “Ulan, emekliliğe ne kadar kaldı”?

Eğer sen keriz gibi sadece önüne bakmaya devam edersen, bugün nereye bastığını nasıl görürsün ey yolcu? Asıl olay zaten en sonunda mutlak hedefine, yani ölüme ulaşana kadar başımızdan geçenlerde değil mi? Ölüm çekici gelse de bazılarımıza o zaman gelene kadar yapacak pek çok işimiz, anlatacağımız anılarımız var.

Şu an çok mutluyum. Ama ayrılığa az kaldı. Bir sonraki geri sayım başlasın.

22 Mayıs 2008 Perşembe

Through The Looking Glass 2

Geçen yazımda istediklerimi anlatamamıştım. Birşeyler anlatmıştım ama bunlar istediklerim miydi bilmiyorum. Ve şimdi devam etmeye çalışayım. Tam da Mutluluk’a 30’dan az saat kalmışken böyle bir yazı yazmak istemezdim. Ama, işin doğrusu daha çok yazabilmeyi, anlatmayı isterdim.

Neyse konuya dönelim. Kitaplar ve filmler bizi nasıl da kandırıyor? Duygularımızla oynuyorlar, dünyayı çarpık gösteriyorlar. Bakınız Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ine. Okuyalı çok oldu, ama bilmeyenler için kısa bir özet: Çok yalnız bir adam, o kadar yalnız ki, yürüdüğü yollarda, her binaya bir isim koymuş. Yalnızlıktan bunaldığı için çıktığı gece yürüyüşlerinden birinde, sanıyorum, sokakta birileri tarafından rahatsız edilen bir genç hanımefendiye (ismi de Nastenka’ydı sanırım. Yanlışım varsa düzeltin lütfen), koluna girerek evine kadar eşlik ediyor. Daha sonra bizim yalnız adamımız ile genç kız günlerce süren hoş bir muhabbet yaşıyorlar. Derken genç kızımızı mutsuz eden sebep, “terkettiği sanılmış, kayıp sevgili” gelir ve asıl adamımız evlerle muhabbetine kaldığı yerden devam eder. Konu basit olarak böyle. Okuduğum en güzel romanlardan biriydi.

Şimdi sokakta böyle bir insan görseniz, durup kafanızı çevirir misiniz bile? Bilseniz dünyanın en yalnız adamı karşı binada oturuyor ve sizin apartmana bir isim takmış. Kapısını çalıp hikayesine “ortak olmak” ister misiniz? Pek sanmıyorum. Ama neredeyse (kitap okumayı seven)hepimiz, bu adamın hikayesini anlatan romanı okumak isteriz.

Dediğim gibi romantik hikayenin, gözlemci olarak eğer içinde olsaydık, hikaye hiç de bu kadar çekici gelmezdi. Bu hikayenin bu kadar romantik ve çarpıcı gelmesinin sebebi Dostoyevski’dir. Hikaye ister gerçek olsun, ister olmasın yine de estetik anlatıcıdadır.

Örneğin, sen modern dünyanın şanssız insanı!, karar versen, gitsen Hindistan’a, Çin’e, Japonya’ya, Sahra çölüne, kendini bulmak için. Biri senin hikayeni anlatmadıktan sonra, kimsenin umrunda olmazsın. Ne olur peki? Gezmiş olursun ve gerçekten başarıya yaklaştıysan bence kendini bulmaz, kendini “kabul etmiş” olursun. Ama insanların doğal olarak hiç de umrunda olmaz (pek tabii mükemmel bir reklam stratejisiyle ünlü yapılmazsan). Eğer bir gün bir “kitap” yazacak olursan, veya çoğumuz için, “kitabının filmi” çekilirse hep beraber paylaşırız hikayeni. Deriz ki “ah ne macera”, nasıl bir “iç yolculuk”, “çok şey öğrendim!”. Ama o zamana kadar yalnız başınasın.

11 Mayıs 2008 Pazar

Through the looking glass

Sanat ne için var? Boş yere sıkılmayın veya umutlanmayın. Bu konuda ne araştırma yaptım, ne de size akademik bilgi vereceğim. Toplum içinde yaşayan ve sanat dallarından bazılarına ilgisi olan bir insan olarak kendi fikirlerimi yansıtacağım. Ama benim herhangi bir konudan sapmaktaki inanılmaz potansiyelimden dolayı, sanatı tek bir yönüyle inceleyeceğim.

Sinemayı ve romanları ele alırsak, bu eserler normalde yaşayamayacağımız, yaşamak istemeyeceğimiz veya basitçe daha başımıza gelmemiş bir olayı bize belli bir uzaklıktan sunarlar. Çorak topraklarda geçen ve belli metafizik/felsefi kavramlarla hem bizi susatan, hem de beynimizi döndüren bir kitap olan Stephen King’in Kara Kule serisini, eğer ben sıcak ve rahat koltuğumda, önümde bir kahve eşliğinde okuyabiliyorsam, ben derim ki bu olayın o kadar dışındayım ki, ne Silahşor’un patlayan kurşunları beynimi patlatabilir, ne de Did-o-çek (Altın Kitaplar çevirisi) yaratıkları benim kolumu bacağımı “kapabilir”.

Ama aynı zamanda Roland The Gunslinger yani Silahşor’un içine düştüğü psikolojik buhranlarının rahatsızlığını hissediyorsam, romantikliğinde bir şeyler buluyorsam ve içimde bir şeyler uyandırıyorsa, ruhsal anlamda kitaba çok da uzak sayılmam. Bu anlamda kitapların, filmlerin bize hiçbir şey öğretmediğini veya bir zaman kaybı olduğunu iddia eden kişiyle ciddi sorunlar yaşarım. Belki takla atlatmayı öğretemezler ama yabancı bir kavramı bize tanıtabilir ve bir demosunu, yani tanıtımını, yapabilirler (Rüyalar da mı benzer şeyler yaşatıyorlar sanki..?).

Stephen King’in Yeşil Yol kitabını okumadım ama filmini izledim. Yine tanrıya şükür benim boynum da, saçlarım da (elektrikli sandalyede idam prosedürünü bilenler anlayacaktır) güvendeydi. Bunun yanında “Dead Man Walking”lerin (Yürüyen ölüler. İdam mahkumlarına taktıkları isim) psikolojisini az da olsa (tekrar ediyorum, tamamen sanal bir şekilde, olayın dışında kalarak) yaşayamaz mıyız? Onların da ne suç işlemiş olurlarsa olsunlar bir hayatları olduğunu, ne kadar berbat şartlar altında olursa olsun, yine de hayata tutunmak isteyeceklerini görebiliriz.

İşte bu bağlamda bakılacak olursa, roman ve filmler bizi fiziksel anlamda tamamen dışında bırakan, kişisel anlamda ise etkimiz dışında (toplumsal anlamda bizim yarattığımız), bir gözlemci (bu kavram da çok geniş. Olaya etkisi olmayan gözlemci olamayacağı söylenir. Bu yüzden toplumsal olarak bizim yarattığımız diyorum) olarak katıldığımız ilişkiler, maceralar, psikolojik yolculuklara çıkartıyor. Bu konu üzerine bu kadar tartıştıktan sonra her filmden, kitaptan alınacak bir şeyler olduğunu söyleyebiliriz. (Amacım gerçekten bu mesajı vermek değildi, ama idare edin artık)

Bu yazıyı aslında bambaşka bir amaçla yazmaya başlamıştım. Fakat tamamlayamadım şu anda. Bari ben bu yazıyı 2 kısma böleyim ve “coming soon” ya da “az sonra!” diye bitireyim.

Esen kalınız.